Bu olayda II. Dünya Savaşı'nın az bilinen ve uzun süre inanılmayan ancak daha sonra doğruluğu kanıtlanan bir öyküsü ortaya çıktı.
Akdeniz'de seyreden denizaltıların 5'te 2'si batmıştı. Denizaltının batması demek içindeki herkesin ölmesi demekti. Bu o dönemde adeta bir kural haline gelmişti. Onca batan denizaltından sadece 4 kaçış gerçekleştirilebilmişti.
Bu yolculardan biri 31 yaşındaki John Capes'ti. Mürettebattan olmadığı için gemide kaydı görünmüyordu. Niyeti İskenderiye'ye gitmekti. Uzun boylu esmer bir adam olan Capes, Dulwich Koleji'nde okumuştu ve bir diplomat oğluydu.
Capes o sırada ranza gibi kullanılan bir yedek torpido tüpünün içindeydi. Patlama sesini duydu. Denizaltı yavaşça denizin dibine doğru indi. Gürültüyle zemine çarptı.
Capes bir mayına çarptıklarını tahmin etmişti. Henüz denizaltının içine su dolmamıştı. Bir meşale yaktı. Motor odasına girdiğinde yer ölülerle doluydu. Motor odasının kapısı diğer taraftan gelen suyun basıncıyla kapanmıştı ve açılamıyordu. Gıcırtı seslerini duyuyordu.
Ancak derinliklerden kaçışı onun çilesinin bittiği anlamına gelmiyordu. Çünkü Aralık ayında soğuk denizin ortasında yapayalnızdı. Karanlıkta beyaz kayalıklar gördü. Tek yapabileceği oraya doğru yüzmekti, öyle de yaptı. Ertesi sabah Capes bilinçsiz bir şekilde Kefalonya kıyısında yatarken iki balıkçı tarafından bulundu.
Capes daha sonra hikayesini anlattığında kimse ona inanmadı. Her şeyden denizaltının mürettabat listesinde adı yoktu. Kurallara göre kaçış kapaklarının dış saldırılarda sorun yaratabileceği düşüncesiyle komutanlarca dışarıdan vidalanarak kapatılmaları emri verilmişti. Denizaltıdaki herkes öldüğünden ortada bir tanık da yoktu. John Capes kimseyi hikayesine inandıramadan 1985 yılında öldü.