Fransız düşünür Voltaire, Felsefe Sözlüğü adlı eserinde bu aşağılık dünyanın üç yaman bileşeninin; savaş, kıtlık ve veba olduğunu söyler… Burada düşünürün dile getirdiği veba ile ilgili bir de not düşmek gerekiyor. Osmanlı’da kullanıldığı üzere veba kelimesi özel olarak ölümcül salgınları karşılar. Diğer bir kelime olan taun ise Yersina Persis bakterisinin yol açtığı hıyarcık vebası hastalığıdır. O nedenle denilebilir ki taun vebadır ama her veba taun değildir.
Yine Batı’da “Kara Ölüm” olarak bilinen veba, Osmanlı ülkesinde kıran ismiyle de bilinirdi. Adına ne denirse densin hastalık gerçekten korkunçtu. Bu illete tutulanlar; ekseriyetle boyun, kasık ve koltuk altlarında oluşan hıyarcık biçiminde şişlikler ve kan kusma gibi belirtilerle yaklaşık bir iki gün içinde ölürlerdi. Özellikle dönemin tıp bilgisinin yetersizliği ve bilhassa Avrupa toplumlarının antihijyenik yaşam tarzı gibi etkenler de tabloyu ağırlaştırmaktaydı.
OSMANLI VE VEBA
14.asırdan 19.asra dek Anadolu, Balkanlar, Doğu Akdeniz ve Kuzey Afrika’yı da içine alan geniş bir bölgede görülen veba salgınları, Osmanlı toplumu için de pek çok kez bir âfet manzarası göstermiştir. Osmanlı ülkesi veba salgını ile ilk kez 1466-67 yıllarında tanışır. Balkanlar üzerinden gelen bu salgın kısa bir sürede Trakya’yı ve İstanbul’u vurmuştur. Çok geçmeden 1492 senesinde de bu kez Anadolu üzerinden gelen yeni bir veba salgını başlamış ve etkisini 1503 senesine kadar sürdürmüştür.
Veba salgınları 1838’de modern karantina uygulamasına geçene dek Osmanlı insanı için karanlık bir kâbus olmuştur. 16.asırda 1539, 1573, 1576, 1578, 1591-92, 1596 salgınları ile 17.asırda 1615’te başlayıp kısa aralıklarla yeniden alevlenen altı veba salgını buna örnektir. Özellikle bu asırda 1637 salgını “Büyük Taun”, 1655 salgını ise “Şiddetli Taun” olarak belleklere kazınmıştır.
GÜNDE 3 BİN CENAZE
Durumun vahametini anlatmak için Sultan II. Selim devrinde yaşanan salgında günde 3 bin cenazenin görüldüğünü söyleyen tarihi kayıtlara kulak vermek yetecektir. 17.asrın ünlü seyyahı Evliya Çelebi, gezileri sırasında pek çok veba ile karşılaşır. Örneğin 1652 senesinde Rumeli eyaletinde Sofya’da taun salgınına tanık olur. Anlattığına göre durum o kadar vahimdir ki:
“Yevmiye beşer yüz âdem merhûm ve merhûme olurdu. Tâ bu mertebe kim niçe bin âdem Sofya’dan firâr edüp sâ‘îr bilâdlara gitdiler.” demiştir. Yine 1668’de Mora’ya giderken uğradığı Fener-âbâdân’da halkın taun yüzünden her şeylerini bırakarak şehirden kaçtıklarını bu yüzden evlerin harabeye döndüğünü söylemiştir.
18.asırda, 1812 senesinde İskenderiye’den başlayıp payitaht İstanbul’a ulaşan veba son ve büyük ölümcül kozunu oynamıştır. Öyle ki bu salgın belleklere “Büyük Kıran” adıyla kazınmıştır. Her ne kadar sonra bir salgın daha görülecek olsa da 130 bin kişinin canını alan “Büyük Kıran” unutulmayacak âfetlerden biri olmuştur. Bu şiddetli illetin Osmanlı ülkesinde kimi zaman bölgesel bir salgın olarak kaldığını kimi zaman da geniş bir sahaya yayılarak memleketin bütün yaşam akışını derinden sarstığı görülmektedir.
FARELER VE PİRELER
Farelerin taşıdığı pireler aracılığıyla insandan insana bulaşan ölümcül vebanın yayılmasında çok çeşitli faktörler etkili olmuştur. Vebalı birisiyle yakın temas, hastanın eşyaları, kıyafetleri, ortaya çıktığı şehirdeki iç içe yaşam ve sosyal etkinlikler salgına yardımcı olmaktaydı. Bunun dışında bir bölgeden diğerine taşınmasında tüccarlar, kervanlar, ulaklar, hacılar, göçebeler, askerler, yolcular etkili unsurlardı.
Bunun en somut örneği 1812 salgınıydı. Hastalık Mısır’ın liman şehri İskenderiye’de başlamış ve Akdeniz’deki ticaret gemileriyle liman şehri olan İzmir’e taşınmıştı. Burayı tam üç sene kasıp kavuran hastalık yine Rum tüccar gemileriyle İstanbul’a bulaştırılmıştı. İzmir’den İstanbul’a gelen gemilerdeki Rum tayfalar karaya çıktıklarında doğruca mekan tuttukları Galata ve Tatavla’ya girmişler, buradakilere de hastalığı bulaştırmışlardı.
Öyle ki tayfaların karaya çıkmasıyla hastalık belirtileri sonucu ölümlerin görülmesi arasında on saat gibi kısa bir süre yetip artmıştı bile. Başlayan ölümler bu semtlerde yaşayan gayri müslimlerde bir korku dalgalanması meydana getirmiş, ahali can havliyle Fener ve Kumkapı’daki ahbaplarının yanına kaçmıştı. Ama bu ölümcül bir hata oldu.
Çünkü salgın böylece bir anda çığırından çıktı. Rum mahallelerini saran veba illetinin Müslüman mahallelere de sıçraması çok sürmedi. İstanbul şehri ne olduğunu anlayamadan vebaya teslim oluverdi. Artık günde beş yüz kişinin can vereceği büyük kıran başlamıştı. Veba salgını hastalığın yapısı gereği İlkbaharda havaların ısınmasıyla başlıyor, yaz aylarında zirveye çıkıyor, kışın sönüyordu.
Evliya Çelebi’nin anlattığına göre veba ile karşılaşan insanlar genelde salgının olduğu bölgeden kaçmaktaydılar. Örneğin Mora’ya giderken uğradığı Fenerâbâdân’da ahalinin taun yüzünden şehirden kaçtıklarını ve hatta her şeylerini ortada bırakarak evlerini terk ettiklerini anlatır. Yine Hac yolculuğunda uğradığı Sakız adasında da taunla karşılaşmış, taun salgınından firar eden Mühürdar Paşa köydeki çiftliğine sığınmak zorunda kalmıştır.
KAÇMAK CAİZDİR
Yine Fatih Sultan Mehmet de İstanbul’da 1455- 1475 senelerinde etkili olan şiddetli vebadan dolayı şehri terk etmiş ve aylarca Rumeli’de farlı yerlerde konaklamıştır. Bununla da kalmamış, 1455- 1475 yılları arasında farklı zamanlarda şehre hâkim olan hastalık nedeniyle Balkanlarda bulunarak en az beş kere başkent İstanbul’a dönüşünü ertelemiştir. 1778 büyük veba salgınında da İstanbul’da Galata ve Pera’da yaşayan Avrupalılar ise Büyükdere ve Tarabya gibi Boğaziçi köylerine sığınarak kendilerini veba salgınından korumaya çalışmışlardı.
Ama Fatih Sultan Mehmed’in sergilediği önleyici tavır zamanla terkedildi. Örneğin İstanbul’da büyükelçi olarak bulunan De Busbecq’e Sultan Süleyman’ın kendisine hastalıktan kaçmanın Allah’ın iradesine karşı çıkmak anlamına gelen bir söz söylediğini aktarır. Bu dönemde artık hastalıktan kaçarak korunmak isteyen kimselerle alay edilmekte, ayrıca hastalığın bulaşıcılı olduğu fikri tamamen reddedilmekteydi.
Evliya Çelebi de Fenerabadan’da halkın veba korkusuyla eşyalarını bırakarak evlerini terk etmelerini yadırgamış yöre halkını “urûmşa” diyerek küçümsemişti. Fakat dönemin şeyhülislamı Ebussuud Efendi farklı düşünür. Vebadan ölümleri engellemek için ahalinin bölgeden kaçmasının caiz olduğuna dair fetva vermiştir.
19.asırda hekim Şânîzâde meseleyi hem dinî hem tıbbî olarak ele alır, hatta korunma ve tedavî yollarını anlatan bir de eser kaleme alır. Eserinde Hz. Peygamberin ‘Bir yerde bulaşıcı hastalık varsa oraya girmeyin, hastalık olan yerde iseniz ordan çıkmayın’ hadisine istinaden karantina usulünü önerir. Fakat önermekle de kalmaz. Hastalığın temasla bulaştığını anlayana Şanizade, Ortaköy’deki yalısında kendisine bütün ev halkına karantina ve tecrid uygular.. Evinin kapılarını kapar, ne içeri kimseyi alır, ne de kimseyi dışarı bırakır.
SOSYAL YIKIM
Osmanlı’da görülen veba salgınları adeta bir sosyal yıkımı da peşinden getirmişti. Örneğin Büyük Kıran adıyla bilinen 1812 salgınında İstanbul’da çok sıkıntı yaşanmıştı. Bu senede şehir ahalisi, temel gıda maddelerini temin etmekte bir hayli zorlanmıştı. Öyle ki fırın önlerinde uzun ekmek kuyrukları oluşmuştu. Bunun yanında odun kıtlığı da yaşandı. İstanbul’da meyve ve et sıkıntısı baş gösterince birden bire bu ürünlerin fiyatları da fırlayıvermiştir. Pahalılık artınca da ahali günden güne şikayetlenmeye başlar. Hatta “Âsitâne gâni (başkent zengin)yeridir, elvermeyen vilâyetine gitsünler.” Tarzı sözler edilmeye başlanır.
SALGINA KARŞI TUTUMLAR
Zaman içerisinde görülen veba salgınlarına karşı farklı tutumlar sergilendi. Elbette 15.asırdan 19.asra kadar geçen sürede Osmanlı toplumu ve idari anlayışı da bir değişim göstermişti. Bunun yanı sıra geniş bir sahaya yaygın Osmanlı ülkesi birbirinden farklı din, dil, mezhep ve sosyolojik dokuyu bünyesinde barındırıyordu. Bu sebeple tüm salgınlarda standart tepkilerin verildiğini söylemek gerçekçi olmayacaktır.
Örneğin III. Selim döneminin önde gelen bürokratlarından Osman bin Süleyman Penah Efendi bir Müslümanın hiçbir tedbir almaması gerektiği fikrini savunurken buna karşı İdris-i Bitlisi hekim Şanizade Ataullah ve Taşköprüzade ise vebaya karşı tıbbi tedavi uygulanması, bireyin muhakkak tedbir almasını şiddetle savunur. Tıbbi tedavi olarak genelde insan vücudunda oluşan şiş ve kabarcıklar ustura ile çiziliyor ve çizilen bu yerden“şişe çekme” yoluyla kanın akıtılması sağlanıyordu.
Yumruları tedavi etmek için “kil-i ermeni” denilen gülsuyu sürülmekte ve bazı merhemler kullanılmaktaydı. Ateş üstünde bulunan bir kazanın veya tencerenin dibinde biriken “kara” denilen islerin vücudun vebalı bölgelerine sürüldüğüne rastlanmaktaydı. Çakmak taşının ateşte kızdırılarak bir bez içinde iltihaplı yerlere konulması
DEVLETİN TEDBİRLERİ
Osmanlı yetkilileri veba salgınlarında kamu düzenini korumak, hastalığın önlemek ve halkın maneviyatının yüksek tutmak için uğraştılar. Örneğin Sultan II. Selim dönemindeki veba illetinden kurtulmak için Ayasofya Camii’sinde toplanıldı. Beşiktaşlı Yahya Efendi önce halka vaaz ve nasihat verdi ardından da bu illetten kurtulmak için dua etti.
Havanın kalitesinin artırılması için atıkların ve mezbahaların düzenlenmesi, sokakların temizlenmesi ve kaldırım taşıyla döşenmesi gibi adımlar attı. Ayrıca içme suyu sağlama ve suyollarının bakımı sağlandı. Bir de toplumun ahlakını bozduğu düşünülen gruplara ait mezbelelikler kamu güçlerince yıkıldı. Fakat bu doğrultuda atılan adımlardan biri gerçekten ilginçtir:
Rastladığı bir mezarcıyla pazarlık eder ve söylenenlerin doğru olduğunu kendi gözleriyle görür. Zira fırsatçı mezarcı karşısındakinin paşa olduğunu bilmeden kazacağı mezar için epey bir yüksek bir fiyat ister. Kabul edilince mezarı kazar. Bunun üzerine paşanın emriyle fırsatçı adam yakalanır. Ceza olarak da kendi kazdığı mezara konur ve ceza olarak bir gün boyunca mezarda bırakılır.
Osmanlı yönetimi bu çabalarının yanı sıra, taşrada büyük çapta ölümlerden sonra ortaya çıkan krizi hafifletmek için bazı vergileri erteler ya da geçici vergi affı getirir. Velhasıl tarih bize öğretiyor ki hastalıklar ve toplumlar değişir ama medeniyet ne kadar ilerlese de insanoğlunun hastalıklarla sıkıntılı mücadelesi hep bâkidir.